Ne güzeldi masallar… Çocukluğumuz masallarla geçti veee biz büyüdük. Gerçek dünya hiç de masallardaki gibi değil... Hiçbir öykü bir varmış bir yokmuş diye başlamıyor ve onlar ermiş muradına diye sonlanmıyor... Okulda, işte sürekli bir yarış, bir rekabet var. Hiç de öyle çalışan da çalışmayan da mutlu mesut değil. İş hayatında kötü kraliçeler,krallar var ama kimse Pamuk Prenses gibi davranmıyor.
Çocukluğumuzun masallarından, milenyum masallarına geçtik. Sosyal medyada kendi masallarımızı oluşturduk. Egomuza o kadar iyi geldi ki sosyal paylaşım masalları, gerçek hayatta ne olamıyorsa orada olunmaya çalışıldı. Edirne’den Hakkari’ye, yetmedi uluslararası arkadaşlar bulundu. Ne sohbet ortamları, ne gündemler oluşturuldu, ne eylemler yapıldı insanlığı korumak adına… Ama hepsi masaldaki gibi gece 12:00’den sonra balkabağına dönüştü. Gerçek hayatta hiçbir kahramanı göremedik.
Tabi masallarda, filmlerde hep hayal ürünü yoktu güzel mesajlar da vardı. Sevgi neydi? Sevgi emekti, bedel ödemekti, sabretmekti dedi Türkan Sultan. İnsanın insan olduğunu hatırlayıp bazen hoş görmekti. Bu mesajları hiç duymadı egomuz. Kolay olandan yanaydı, zahmetsiz kazanılandan, hak etmekten değil hep haklı çıkmaktan yanaydı. Haklı değil miyim söylesene haklı değil miyim? Haklı olmak çözmezdi ki hiçbir şeyi hak etmek gerekirdi. Bunu görmek istemedik. Gerçek hayatta yaşamaya çalıştık masalları. Gelenler hep Beyaz Atlı Prens idi ama emek vermek istemezdi ya hani ego. “Böyle Beyaz Atlı Prens mi olur ben elmayı yiyene kadar neredeydin?” diye sıktık adamların gırtlağını. İnsanoğlu ne tuhaf varlık, ne istediğini bilir ne de istemediğini…
Hayatta insan mutlaka bedel ödeyecek… Ya masallara, ya illüzyonlara ya da gerçeklere. Bedelden kaçmanın veya bedeli azaltmanın yolu yok. Tabi gerçek hayatta, facebooktaki çitflik gibi hep ektiğini biçemez insan. Bedel ödediğin yerden eli boş dönmek de var, kapıların yüzüne kapanması da, kazandığını harcayamamak da var, paylaşmak da… Sınav günü hastalanıp bir koca yılın çöpe gitmesi de var. Eşinden çocuğundan, anne-babasından, yakınlarından nankörlük görmek de var. Bazen bunlara da bir kulp bulduk; şöyle güçlü bir dayımız, torpilimiz olamadı diye… Oysa ki en büyük torpil insanın ödediği bedellerdi, emek vermesiydi… Bedel sonuca duaydı… Bilemedik!
Nasıl bir illüzyon içindeyiz yıllardır? Bu kadar teknolojiye, bu kadar iletişim aracına, bilgiye bu kadar kolay ulaşmamıza rağmen nasıl bu kadar iletişimsiz kaldık gerçekle? Çünkü iletişimde miktar, etki ile ters orantılıdır. Ne kadar aktarırsa insan algısı o kadar azalır. Evet algı seviyemiz azaldı, bilincimiz daraldı. Teknoloji topraklarında, yalnızlık sarmaşığı büyüttük masallarla… Büyüdükçe dolaştı inancımıza, ahlakımıza, değerlerimize, aile bağlarımıza... Dolaştıkça uzaklaştık gerçekten, illüzyon büyüdü, hayallerimizi hiç bitmeyecekmiş gibi yaşadık. Rüyadaydık, hatta oyuncuyduk hayat sahnesinde. Rollerimiz vardı ve sonsuz değildi. Acılarımızı, başarılarımızı sonsuz sandık.
Yaşamda her şeyin bir amacı var. İnsan vücudu trilyonlarca hücreden oluşur. Hücre yapısını, içindeki yapıyı anlatmaya kalksak kaç cilt kitap yazılır. Gözle göremediğimiz bir hücrenin bir parçası olan hücre duvarı 10 nm. (Nano metre, metrenin milyarda biridir) ve içinde dünyalar saklı. Bu minicik parça hücrenin yıpranan kısmını onarabiliyor, komşu ve yabancı hücreyi bulabiliyor, Hücreye şekil verebiliyor, hücreyi dış ortamdan ayırabiliyor. Bu yapı vücudumuzda bulunan trilyonlarca hücrenin bir parçası, hepsi değil. İnsan bu kadar mükemmel yaratılmışken nasıl oluyor da gerçekleri bu kadar çabuk siliyor, geçmiş deneyimlerinden kendini onaramıyor? Nasıl oluyor da gerçekleri eksiltip bu kadar sahteyle hareket etmeye çalışıyor? Nasıl oluyor da gerçekle kendini şekillendirmek yerine illüzyonda yaşayabiliyor?
Beynimizdeki filtreler egomuza uygun çalıştığından gözümüzdeki perdeler kalınlaşıyor. Gerçeği göremediğimizden, problemleri çözemeyince yapabildiğimiz tek şey şikayet etmek oluyor. Şikayet ettikçe duygular aktifleşiyor. Aktifleştikçe bilinç kapanıyor ve çözüm becerisi kaybolmuş, daha mutsuz daha çok illüzyonda yaşayan, mevkisine, mesleğine, eşine, çocuğuna bağımlı insanlar haline geliyoruz. Bağımlılıklar, insanı köleleştirir. Vazgeçebilmek, özgürlüktür. Vazgeçemediği her şeye bağımlıdır insan. Evden çıktığında hala aklı evdeyse, işten sonra hala işteki problemleri düşünüyorsa, eşinin, ailesinin yada şirketinin onca zararına rağmen hala vazgeçemiyorsa özgürlükten bahsetmek zordur. Bütün iletişim ben boyutunda olunca, olaylara dışarıdan bakma cesaretini gösteremeyince, benim işim, benim çocuğum, benim ailem, benim acılarım demeye başlayınca hayat griftleşip problemler çıkmaz hale geliyor.
Problemlerle, gerçekten uzak yaşarken insanın canı yanar. Ama illa canı yanacaksa insanın, problemin çözümü için yanmalı, varlığı için değil... Elbette bu kadar masaldan gerçeğe dönmek çok zor ve sancılı. Bu kadar yanlışın, siyahlığın içinde, beyaz kalabilmek çok zor.
Amaç siyahta bir damla beyaz olabilmekse,
Ve mutlu sona götüren buysa,
İnsanın kendi mutlu sonunu oluşturması kendi iradesindeyse,
Ve hiçbir şey sonsuz değilse,
Minicik bir hücrenin bile bu kadar güçlü amaçları varsa,
Ve insanoğlu bu muhteşemlikle varolduysa…
Bu varoluşun da bir amacı olmalı!
Başlangıcı varsa sonu da olmalı!
İki zaman diliminde bir süre olmalı!
Sürenin olduğu yerde bir son, sonda bir beklenti, beklenti sonunda bir ödül veya ceza olmalı…
Sahteden uzaklaşıp gerçeği yaşamak istiyorsak, varoluş amacımızı hatırlamak için şimdi karar zamanı! Zahmetsiz rahmet olmaz demişler ya büyükler… Ya gerçeği seçip çözümün anlık acısına katlanarak, zahmetini çekip rahmete kavuşacağız. Ya da masallarla yaşayıp gerçeğin hasretiyle kavrulacağız… Belki anlık, belki sonsuz…
0 Yorumlar