ARAYIŞ

Anasayfa / ARAYIŞ

ARAYIŞ

Galata’da bir iş günü… Sabahın erken saatleri… Güneş sanki ısıtacak gibi ama teni ısıran bir serinlik de var. Uzun zaman olmuş buraya tek başıma gelmeyeli. Bahaneler geçiyor zihnimden... Ne kadar sakin bir sabah, kendi ayak seslerini duyuyor insan... Esnaf dükkanını yeni açıyor, kapılar süpürülüp yıkanıyor... Değişik bir sabah, sanki tüm günlerin bereketi bu sabaha saklanmış gibi. Öyle bir hissiyat var havada... Acaba keyfim olmadığı için bir ümit sancısı mı bu? Öyle olsun diye mi hissediyorum, diliyorum? Bana mı öyle geliyor, yoksa tüm bu resim gerçek mi?

“Bu sefer bilmediğim bir dükkanda kahvemi içeyim” diye geçiyor zihnimden... Onunla gittiğim yerlerde oturmak istemiyorum. İnsan bildiği yeri arar. Bu sefer bilmediği yeri arayan bir hal içerisindeyim...  Hani kalbin, işte, burası der ya… Burda tek başıma olabilirim, tanıdık yüzlerle karşılaşmam denilen... Çünkü insan bazen tek başına kalmak ister.

“Aa bu sokağa hiç girmemişim, nasıl gözümden kaçmış! Galata’da çoğu yeri bilirim oysa…”  Yaklaştıkça hem türk kahvecisi gibi hem sanki tarihten bir kesit gibi olan bir yer görüyorum. Yaklaştıkça daha derin sezilen bir havası var.

Masaların arasında usulca hareket edip masaları silen ve minik cam vazolara çiçek yerleştiren  bir kadın… Yaklaştıkça  mis gibi hanımeli çiçeği kokusu geliyor burnuma. Gözlerim kapanıyor, biraz duraksıyorum. Hanımeli kokusu aldığım her an, gözlerimi kapatırım. Aslında kendiliğinden kapanır. Bu güzel koku hiç bitmesin, hiç geçmesin isterim. Tarihin içine giriyormuş hissi veren bir hali var bu dükkanın...

“Hoşgeldiniz efendim” diyor tebessümlü yüze sahip kadın…

Ne güzel tebessüm ediyor, sanki uzun zamandır tanıyormuşuz gibi. Sanki her sabah kahvemi burada içiyormuşum sıcaklığıyla. 

“Hoşbulduk…”

Yerler nerdeyse kurumuş. Her yer mis gibi tertemiz. Belli ki bu kadın dükkanını diğer esnaflardan çok daha erken açıyor. 

Burası gizemli bir sokak gibi. Böyle geçerken görülebilecek bir yer değil. Gerçekten arayarak bulunabilen… Sadece arayanların bulabileceği…

Hep aynı yolu kullananların değil de, farklı  bir yolu da deneyebilirim diyenlerin  bulabileceği…

“Bu masanın yeri çok güzel, buraya oturayım.”

Bir kaç masada gül, bir kaç masada frezya var.  Kokuları inanılmaz güzel.

“Allah her şeyi nasıl da farklı renk  ve güzellikte yaratmış” diye geçiriyorum zihnimden.

İçerden mis gibi kahve kokuları geliyor. Belli ki  bu zarif hanım da kahveyi seviyor.  

Müzik açılmamış. Kuş ve yaprak sesleri var sadece. Kuşların sesleri ve ağaçların yaprak hışırtıları en güzel şarkılardan daha güzel. Kalbime iyi geliyor..

“Kahvenizi nasıl alırdınız?”

“Sade kahve lütfen. Sade kahveyi çok severim.”

“Peki şerbet hangisinden olsun?”

“Aa şerbet de mi var?”

Ne kadar güzel gülümsüyor bu kadın, gözlerinin içi ışıl ışıl. Sanki bayramda çikolata uzatılan çocuğun sevincini anımsatan, hem masum hem muzip bir gülümseyiş...

“Şerbeti sizin seçmenizi istesem? Masalara bu güzel çiçekleri, bu kadar zarif yerleştiren biri, şerbetin de en lezzetlisini sunar diye düşünüyorum.”

Bu ikramlı sözlerden memnun olan kadın sessizce içeri süzülüp, içerden bir kitapla dışarı çıktı.

“Buyrun efendim, madem kahveyi çok seviyorsunuz kahveniz gelene kadar belki bakmak istersiniz.”

Kitabın üzerinde el yazısı ile;

“Tüm Zamanların Hatrına, Sarayda Bir Fincan Kahve”   

Enteresan ve güzel bir kitaba benziyor. Kitap kapağı özenle hazırlanmış. Siyah bir zemin üzerinde, bir sitil puşidesi resmi ve altın renkli, desenli bir Türk kahve fincanı fotoğrafı ile…

Kahve Çekirdeğinin 14. yüzyılda Habeşistan’ın Soha Bölgesi, Kaffa şehrinde başlayan serüveni. 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda kahve sunum töreni, mücevherli sitil puşidesi, sitil takımı, kahve fincanları ve zarflar marifeti ile yapılırmış. Osmanlı Sarayı’nda konuklara kahve ile birlikte tatlılar ve şerbetler ikram edilmesi adettenmiş. Şerbetler son derece zarif tasarımlı, değerli taşlar ve zengin renklerin kullanıldığı, ince işçilikli kupalarla ikram edilirmiş. İkram esnasında kullanılan nesnelerin ihtişamı misafirleri olduğu kadar, sahibini de yüceltirmiş. Kahve ikram töreni sırasında,sitil puşidesi ikiye katlanıp omuz üzerine atılırmış. Gelen misafirin ve günün önemine göre kullanılan sitil puşideleri, devletin her kademesindeki ailelerin kızlarının çeyizlerinde ve sultanların çeyizlerinde, en gösterişli halleri ile yerlerini alırmış. Fincanların en güzelleri saray için üretilirmiş.

Türk kültüründe kahve ikramı, her zaman konuğa verilen değerin göstergesi olmuştur. İçimi kısa, ancak hatırı uzun süren bu içeceğin hazırlanış ve sunumu ise bizlerin hala günümüzde uyguladığı, tarihimizden gelen adet ve törenlerden yalnızca biridir. Zamanın ve koşulların değişimi ile birlikte , geçmişten gelen bu kültür de farklılaşmıştır. Gündelik hayatın alışkanlıkları arasında bulunan, özel günlerin de vazgeçilmez ikramı olan kahve, o eski, ayrıntılı sunum törenini yitirmiş olsa da manevi zenginliğini sürdürerek tüm zamanlarda nice hatıraların en büyük tanığı olmaya devam edecektir.

“Buyrun efendim kahveniz” diyen dinledirici ses ve mis gibi kokan kahvenin gelişi ile kitaptan başımı kaldırdım.

O da ne? Gümüş yuvarlak bir tepsi içerisinde, nakışlı, beyaz, nefis bir örtü ve canlı minik bir çiçek. Ve şerbet…  Bu nasıl  bir zerafet! Nasıl zarif bir sunum! Fincan, zarf içerisinde getirilmiş.  Alçak kaideli, geniş ağızlı beyaz bir fincan.  Zarf gümüş ve üzeri altın kaplama. Üzerinde kazıma tekniği ile yazılmış bir yazı... 

“Bu zarfın üzerinde ne yazıyor ?” diye soruyorum. 

Osmanlıca, “Afiyet olsun efendim” yazıyor.

Bu cümle gülümsetiyor, ne kadar hoş ne kadar kıymetli hissediyor insan kendini... 

“Siz, bu şirin dükkan ve sunumunuz, o kadar farklı ki..

Eski dönemlerde hissediyor insan kendini.. Ya da bir rüya veya eski bir dönem filminin içindeymiş gibi sanki…

Kahve dükkanınızın havası da çok farklı. Bugüne kadar gittiklerim arasında en özel olanı. Daha sokağa girerken hissedilen bir enerjisi var.

Bunu sırrı nedir? Biraz anlatır mısınız hikayenizi?

Mutlaka anlatacağınız bir şeyler vardır...”

Yanakları pembe pembe oluyor utancından..

“Teşekkür ederim efendim.”

“Buranın adı Muizz..

Allahın isimlerinden bir tanesi…

‘İzzet veren, yücelten’ anlamına geliyor.

Benim ismim Refika..

Türk kahvesini çok seviyorum birçok insan gibi.

Eskiden Türk kahvesini ikram etmek için ritüeller olurmuş. Fincanı, örtüsü, değirmeni her şeyi çok ama çok özelmiş. İnsanlar değer veriyormuş. Çoğu insanın evinde el değirmenleri varmış, Kahve kokusunun güzelliğinin kaybolmaması için misafirin yanında taze çekilirmiş. Günümüzde her şeyin hızlanıp değerini yitirmesi gibi, ilişkilerin değerini yitirmesi gibi, Türk kahvesi de tadı ve kokusu hariç diğer tüm değerlerini yitirdi.  

Tıpkı ilişkilerde olduğu gibi. İlişkiler de aynen böyle değerini yitirmedi mi? Eskiden bir erkek bir kızı görebilmek için ne kadar çok uğraşırdı. Onunla buluştuğunda, onunla konuştuğunda hürmet ederdi. Şimdi ise telefonlar, anında fotoğraf gönderebilme  imkanı... Her an ulaşabilme lüksü… Birçok şeyin değerinin azalmasına neden oldu. İlişkiler dengeden çok uzaklaştı.

Eskiden olduğu gibi sunumlar kalmadı.

Türk kahvesini,  eski gelenekler kadar olmasa da hakettiği değeri görebileceği bir sunumda hazırlamak istedim. Hakettiği ortamda içilebileceği, hakettiği fincana konulabileceği, hakettiği güleryüzlülükle sunulabileceği… Hakettiği değeri vermek istedim gelen misafirlerime.

İçerde kitaplığımız var. Orda kaybetmeye yüz tutmuş değerlerimizi anlatan kitaplar var. Belki göz atmak istersiniz.”

“O kadar güzel anlattınız ki…

O kadar haklısınızki...

Teşekkür ederim.”

Kahvemi yudumlarken masadaki çiçeğe takıldı gözüm, düşüncelere daldım.

Bu kadın sanki bu hayattan değil gibiydi.  Hem mutlu, hem tebessümlü, sevdiği işi yapıyor, hakkını vererek yapıyor. Öyle bi tarzı var ki, işini öyle yapıyor ki... Kimsede şahit olmadığım, insanın kalbine iyi gelen bir tarz. İnsan ona bakınca motive oluyor. Kendi hayatını ve işini tekrar gözden geçirme şevki geliyor. Kendi işine bakış açısını sorguluyor.

Bu hayatta bir şeyler azalsa da yok olmuyormuş demek ki diye geçiyor zihnimden. O halde bu değeri kazanmanın bir yolu , yöntemi olmalı. Hala bu değere sahip insanlar var demek ki.  Acaba bizler hangi değerleri yitirdik? Yitirdiğimiz değerleri yerine koymak mümkün mü?

Kahvemi bu düşünceler içinde yudumlarken bahsettiği kitaplığa takılıyor aklım. Gidip onlara bakmak istiyorum.

İçeri doğru yürürken, duvarlardaki hoş, değişik tabloları görüyorum, yaklaşıp bakıyorum... Kahve değirmeni, kahveci ocağı, değişik cezve ve zarflı fincan fotoğrafları… Bunlar eski zamanlarda kullanılmış olan gerçek nesnelerin fotoğrafları. Eski kahvehanelerde kullanılan, üzerinde Arapça ve Osmanlıca yazıların olduğu levhalar  var. Kitaplığa yöneliyorum,  adlarını ilk kez duyduğum değişik kitaplar var.

Bir tanesini elime alıyorum, “Gizzıt İlişkiler Yasası.”

Yazar kısmında, “Deneyimsel Tasarım Öğretisi” yazıyor.

Hızlıca içine göz atıyorum.

Bu kadar da tesadüf olmaz, kesin rüyadayım diye geçiriyorum içimden.

Daha bu sabah kopma noktasında olan ilişkimi sorguluyordum.

Aman Allahım! Yapıp ettiğim şeylerin aynısı var bu kitapta. İlişkilerin nasıl bozulduğu, sebepleri ve dengenin tekrar nasıl yakalanacağı anlatılıyor.

Biraz göz attıktan sonra, bu kitabın satılık olup olmadığını soruyorum. 

Refika hanım bunun mümkün olamayacağını ama buraya geldikçe okuyabileceğimi söylüyor.

Bahçedeki rahat, pofuduk minderli koltuğa geçip kuruluyorum. Kitabı bir solukta okuyup bitirirken, 4. kahvemin son damlasını yudumluyorum, akşam olmuş... Üzerine düşünülecek epey mesele var.

Sevgili Refika Hanım’a iyi akşamlar dileyip, teşekkür ederek ayrılıyorum Muizz’den.

Bu akşam iç hesaplaşma vakti…

Gerçek değerler ile karşılaşmanın ve öğrenmenin mutluluğu ile…

Her şeye yeniden başlama ümidi doğuyor.

Sanki adını bilemediğim bir Rüzgar oluşuyor içimde…

İyi ve ümitli hissediyorum...

Yüzümdeki tebessümle, Galata’nın taş kaldırımlarını arşınlarken...

0 Yorumlar

Yorum yap